Her sabah uyandığım gibi koridorun loş ve kasvetli ortamından irkilerek ilerler mutfaktaki yoğun yağ, balık ve arta kalmış bilmem kaç günlük çöplerden evin dört tarafını saran pisliğe basa basa… İnsan burnunun direğini kıran, genzini yakıp belki de kusturan kokuya aldırış etmeden duvarın dibindeki aynanın önünde bulurdum kendimi. Horozların bile hala uyanmadığı saatte zar zor açtığım sol gözümle mendebur suratıma bakıp sürekli yaptığım gibi ‘puh bana,’ diye kendimi azarladım. İşte tam o zaman güneş ziyası bir daha aynadan gözbebeğime yansır ve bu yansımalı ışıktan sol gözüm kamaşırdı. Sonra huzursuzluk içerisinde sağ elimle diğer gözümü ovuşturup dururdum. Ve işte her ne oluyorsa bu ovuşturmayla başlıyor aynı senaryoyu tekrar tekrar yaşamaya devam ediyordum.
Birazcık olsun huzura erdiğim, küçük bir kırıntı duygusuyla bile olsa kendimi sükunete ererken bulduğum gece, beni yine terk etmişti. Sabah sabah vitray camlarını andıracak penceremden içeriye kırılarak girmiş güneş ışınları göz çukurlarımı, gözlerimi, beynimi yumrukluyor. Pencereden kırılarak ta gözlerimin içine kadar yansıyan bu ışınlar yüzünden beynim parça parça oluyor, yine dağılıyordum. Anladım ki her gecenin gerçekten kaçınılmaz şekilde gündüzleri oluyormuş. O pis, küçük, mendebur… varoluşu, kusursuzlaştırma dışında başka hiçbir işe yaramadığı söylenen o kıl parçasının her sabah olduğu gibi bu sabah da göz kapağımın altında ufak ufak darbelerle hareketlenerek dirildiğini hissettim. İşte o an bir kez daha anladım ki göz kapağımın altına saklanan bu melun şey yüzünden kırıp – dökecek, her tarafa yine küfürler yağdıracaktım… Ve salı, perşembe, cumartesi ettiğim küfürleri ede ede hışımla gözümü yerinden çıkaracak şekilde ovuşturmaya başladım. O ucube, ovuşturmalarımla yerinden oynayıp göz kapağımın yukarı kısmına kadar kaçıp saklanmış, sanki dört duvar arasında köşeye sıkıştırılmış ilkel bir hayvan gibi ona her dokunduğumda pençesiyle beni paramparça etmişti. Önceki sabah da ondan öncekinden önceki sabah gibi gene huzursuz şekilde uyanmış aradan geçen bilmem kaç saat sonra kan çanağına dönmüş gözlerimle ‘zavallı’ şekilde sızıp kalmıştım. Aynı huzursuzlukla uyanıp aynı olayı kısır döngü gibi yaşamak beni hayli huysuzlaştırmış ve hayatımdan bezdirmişti. Sinirimden derdimi kimseye anlatamıyor, kimseyi yanıma dahi yaklaştırmıyordum.
Öylesine sıkıntılıyım ki, üzerime karabasan gibi çöken huzursuzluğu boğmak ve takatimin yettiğince bağırmak istiyorum. Bunu yapabilirsem kurtulacağımı ya da hiç olmazsa…
Birazcık olsun, evet, birazcık olsun ferahlama düşüncesiyle ‘Ya bismillah’ çekip aynanın karşısına attım kendimi. Meymenetsiz suratıma şöyle bir bakıp ‘puh bana’ dedikten sonra ellerimle göz kapağımı kaldırmaya, beni çileden çıkarıp öfkeli adam haline getiren o kılı bulmaya çalıştım. Gözümü bir o yana bir bu yana oynatıp kalın parmaklarımla iyi – kötü demeden sülük gibi vücudumun en hassas noktasına yapılan bu işgale karşılık vermeye çalıştım. Tüm becerikliliğimle bunun üstesinden gelip hafiflemeye gayret ettim. Bu mendebur, bu melun şeyden kurtulmak için bir kez daha deneme yapmaya karar verdim. Aheste aheste ama emin hareketlerle, sabırla uğraşmış olmak beni umutlandırmıştı. Normal bir insanın görünce şaşıracağı ve kendi baş parmağı kıvamındaki kalın serçe parmağımı kullanmayı da en sonunda akıl etmiştim. Bu akıllı hareketimle şimdi gözümün orta bölümüne saldıran o zararlı, o kirli, o mikrop şeyi çıkarıp atmayı başarmıştım. Oh, ne büyük mutluluk, ne büyük saadet!
Ve işte şimdi yeniden gün ayıyordu. Bin bir rene bulanmış ışınlardan kaçmak isteyen gözlerim; dün sabahın vermiş olduğu zafer sarhoşluğuyla gece geç vakte kadar diri kalmış olacak ki tekrar kapanmak istiyor, uyanık kalmaya çalışan vücudumu yatağa doğru itiyordu. Fakat, ben, her sabah olduğu gibi inatla davranıyor yataktan çıkıp doğruca aynanın önünde buluyordum kendimi.
Ve ben, evet, ben… Öylesine hüzünlüyüm ki! Öylesine kederli… Bir daha uyandığım zaman yatağımdan kalkıp aynanın önüne geçmeyeceğim. Kesinlikle bunda karar kılacağım. Her ne oluyorsa o aynanın önüne geçince oluyordu Aklımı başıma toplayıp topladığım bütün akılla kısır döngüden kurtulacağım. Bu fikrimde sebat ve inat edeceğim, en azından bir kereliğine bile olsa bunu başaracağım.
Gün bir daha bitti, vakit de gece yarısını geçeli üç saat oldu. Gözlerim hala kan çanağı gibi ve üç gecedir uyumamışım. Bu ne saadettir ki sabah uyanıp aynanın karşısında kendimi bulmuyor, güneşin kırık ışınları vitray penceremin camından gözlerime ilişmiyordu ve ben de gözümü, sağ gözümü ovuşturmuyordum.. Aman Allahım, ah Allahım! Bu ne büyük keyif, bu ne büyük mutluluk!
Doğrusu şu an ki mutluluğuma ne diyecek ne de itiraz edilecek bir şey var. Fakat daha kaç gece uykusuz kalabilirim, bilmiyorum. Bana öyle geliyor ki en sonunda geceleyin uyuyacak ve sabah yataktan uyandığım gibi altın işlemelerle süslenmiş, kocaman aynanın önüne geçip kendime cüce aynasından bakmaya… Yo, yo. Hayır Allah’ım!
Yo, hayır, hayır. Uyumamalıyım, ayakta kalmayı başarıp insan içine çıkmalıyım. Bakın, demeliyim insanlara… Bakın, ben de tıpkı sizin gibiyim… Gözüme, sabahın fecrinde kirpiğim kaçmıyor, uykusuz kalmıyor gözlerim ve beni kahreden aynadan yansıyan o renksiz hüzmelerden etkilenmeden ben de görüntüme bakıp saçımı tarıyorum. İçim tıpkı sizinki gibi kıpır kıpır. Kim bilir belki herhangi bir ayın üçünde ya da beşinde bu isteğim yerine gelecek. Muhakkak surette bu gerçekleşecek biliyorum. Çünkü biliyorum, bu isteğim yerine gelecek. Biliyorum.
Hani dedim ya ne olursa olsun uyumayacağım, uykusuz kalacağım da aynanın karşısına geçip kendimle karşılaşmayacağım, diye. Daha fazla uykusuzluğa dayanamadım ve pazartesi günü güneşin batışıyla uykuya daldım.. Yüz yıldır uyuyormuşum gibi uyandım. Gözlerim adeta feri sönmüş vaziyetteydi. Uyandığım zaman mavi, mor, kırmızı, sarı ışınlar penceremden içeriye hızla giriyor ve beynimi delip geçiyordu. Ben ilerlerken küflenmiş ekmek koridorun bir kenarda duruyor hemen yanında yere düşmüş çaydanlıktan dökülen dem simsiyah şekilde olduğu gibi halıyı kirletiyordu. Çöp atıklarına basa basa, ayak parmaklarıma kıymıklar bata bata aynaya doğru yürüdüm. Aynanın önünde dakikalarca, saatlerce gözümle oynuyor ve bir yerine şimdi gözüme kaçan birkaç tane kirpiği çıkartmakla uğraşıyordum.. Rabbim bu nasıl bir işkence? Bu nasıl ders verme? Bu nasıl…
Madarozis – Mustafa AYYÜREK